Yaşamı Üzerine
Simone de Beauvoir, 1908 yılında Paris’te doğmuştur. Ateist babası ile aşırı Katolik olan annesinin, S. Beauvoir’ın görüşleri üzerinde etkisi oldukça büyüktür. Ataerkil bir ailede yetişen Simone de Beauvoir için bu durum; felsefi kariyerinde belirleyici bir faktör olmuştur. Beauvoir, çocukluk yıllarından itibaren yaşıtlarından daha olgun bir tavır sergilemiştir.
Beauvoir’ın kendini geliştirmesinde onu her zaman okumaya ve yazmaya teşvik eden babasının katkısı büyüktür. Güçlü bir karakter sergileyen Beauvoir, her zaman kendi ayakları üzerinde duran bir kadın olma amacında olmuştur. Yazar olma hedefini gerçekleştirmek için çalışmıştır. Eğitimine kız öğrenciler için Katolik eğitim veren Adeline Désir Enstitüsü’nde başlamıştır. Beauvoir’ın, annesinin de etkisiyle 14 yaşına kadar dinî inanca sahip olduğu bilinir. Ancak sonradan ateist görüşü benimsemiş ve ölene kadar da bir ateist olarak kalmıştır.
1926 yılında Katolik Enstitüsü’nde matematik eğitimi ve Sainte Marie Enstitüsü’nde edebiyat eğitimi almıştır. Daha sonra Beauvoir, 1927 yılında Sorbonne Üniversitesi’nde felsefe eğitimine başlamıştır. İki yıl sonra felsefe agregasyonu sınavına katılan ancak birinciliği Sartre’a kaptıran Beauvoir’ın böylece Sartre ile olan ilişkisi başlamıştır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Sartre ve Merleau-Ponty ile birlikte Les Temps Modernes (Modern Zamanlar) adlı derginin editörlüğünü üstlenmiştir. Kastor (cesur) takma adıyla tanınan Beauvoir, 1986 yılında Paris’te yaşama veda etmiştir. Ve Cimetière du Montparnasse Mezarlığı’nda Sartre’ın yanına defnedilmiştir.
Eserleri Üzerine
Simone de Beauvoir’ın serbest bir ilişki ve kıskançlık temalarına yer verdiği Konuk Kız adlı ilk romanı, 1943 yılında yayımlanmıştır. Bir yıl sonra yayımlanan Pyrrhus ve Cineas adlı eserinde Beauvoir varoluşçu temalara yer vermiş ve özgürlük, Tanrı, ahlak gibi sorunları ele almıştır. 1946’da yayımlanan Her Erkek Ölümlüdür adlı eserinde Beauvoir beden, öteki ve özgürlük arasındaki ilişkiye dikkat çekmiştir. 1947 yılında yayımlanan Belirsizlik Ahlakı Üzerine adlı eseri Sartre’ın Varlık ve Hiçlik adlı eserine atıfla kaleme alınmıştır. 1949’da yayımlanan İkinci Cins adlı eseri Beauvoir’ın başyapıtı haline gelmiştir. Bu eserde kadınların gördüğü baskıyı konu ele almıştır.
Simone de Beauvoir Varoluşçuluğu
Simone de Beauvoir’ın, felsefe tarihine en büyük katkısı varoluşçu feminizmdir. Varoluşçuluğu; kadının varoluşu şeklinde açıklayan Beauvoir, günlük hayatta kadının erkek karşısında bir öteki olarak ele alınma olgusuna dikkat çekmiştir. Beauvoir için toplumsal yaşam, aileden başlayarak erkeği avantajlı bir konuma yerleştirirken, kadını kurban haline getirmektedir. Ataerkil görüşün, kadını bir nesne statüsüne indirgediğini ifade eden filozof, kadınların sosyal düzende hak ettikleri statüye kavuşmaları için çalışmıştır. Bu da her şeyden önce kadınlar kadar erkeklerin de bilinçlendirilmesi projesini içermektedir. Kadın ve erkek gibi cinsiyete dayalı kategoriler, bir yandan kadını erkeğe göre belirleyerek ikincil konuma yerleştirmekte, diğer yandan da bunun doğal olduğu yanılsamasını yaratarak, kadınların bu durumu içselleştirmelerini sağlamaktadır. Oysaki varoluş felsefesi, her birey gibi kadının da önceden belirlenmiş bir özü açığa çıkardığı düşüncesinin karşısında yer alır.
Beauvoir, Husserl ve Heidegger’den anlam ile dil ilişkisi konularında oldukça etkilenmiştir. Beauvoir ve Sartre’ın birbirlerine yazdıkları mektuplardan aynı konular üzerinde düşündükleri görülmektedir. Bu nedenle her iki filozofun da birbirleri üzerinde büyük bir etkiye sahip oldukları açıktır. Modern feminizmin bir felsefi disiplin olarak gelişmesinde, Beauvoir’ın katkısı yadsınamaz.
Öteki Üzerine
Beauvoir’a göre öteki şeklinde nitelendirilen erkek değil kadındır. Erkek, kendisini ben olarak nitelendirir ve kadını öteki bir ben olarak görmek yerine onu bir nesne kategorisine sokar. Bu noktada Beauvoir’ın, Hegel’in köle-efendi diyalektiğine gönderimde bulunduğunu görmek mümkündür. Beauvoir, köle ve efendi terimleri yerine ben ve öteki veya terimlerini kullanır. Burada efendi ya da özne olan erkek, köle ya da öteki olan ise kadındır. Kadının ötekiliği ona doğduğu andan itibaren dikte ettirildiği için Beauvoir kadınların da bu duruma alıştıklarını, hatta pek çoğunun değişmeyi dahi istemediklerini söyler. Bu da kadın olarak doğulmadığı, ancak sonradan kadın olunduğu anlamına gelir. Bu nedenle Beauvoir’ın feminizmi hem kadınların farkındalığını arttırmayı hem de erkeklerin kadına bakışında farklılık yaratmayı hedefleyen bir varoluşçuluktur. Kadın, kendi varoluşunun sorumluluğunu üzerine almak zorundadır ve erkek egemen sistemden çıkmaya çalışması gerekir. Beauvoir, bunun tek başına kadınların özgürleşme süreciyle gerçekleşebileceğini de iddia etmemektedir. Çünkü Beauvoir’ın özgürlük anlayışı, ötekinden bağımsız bir şekilde düşünülemez.
Kadınların özgür olmadıklarından söz etmek, erkeklerin özgür oldukları anlamına gelmez. Bir başkasının özgürlüğünü engelleyen birinin de özgür olduğundan söz etmek mümkün değildir. Özgürlük ötekilerin özgürlüğü ile birlikte düşünülmek zorundadır. Bu nedenle kadının özgürlüğünü engelleyen erkeğin de özgür olduğundan söz edilemez. Özgürlük, ötekini de özgür bir birey olarak tanımaktır. Öteki hep var olacaktır, fakat onun ötekiliği bir tehdit değildir.
Kadının özgür olabilmesi için dünyaya katılması ve diğerleriyle birlikte eylemesi gerekir. Bu noktada Beauvoir’ın, Heidegger’in “birlikte-varlık” olarak Dasein düşüncesine gönderimde bulunduğunu görmek mümkündür. “İnsan tek başına değildir, başkalarıyla birliktedir”. Kadın da diğer kadınlar ve erkekler arasında eylemde bulunmaktadır. Aynı şekilde erkeklerin de diğer erkek ve kadınlardan ayrı bir şekilde var olduklarını düşünmek mümkün değildir.
Cevap bırak